Eleven Madison Park restorandaki yemeğimi özetlemem gerekse “3 saat süren bir gastronomi şovu” diye tanımlardım. Baştan sona bir yemek deneyiminin en mükemmel halini müşterisine sunan bu 3 Michelin yıldızlı mekanda hayatımın en etkileyici müşteri deneyemini yaşadım. Kapıdan çıkarken, çok sevdiği rüyadan uyandırılmış bir çocuk gibi mutsuzdum. Keşke o dakikaları,saniyeleri zihnime kazıyabilseydim.
New York’ta birçok michelin yıldızlı restoran’da yedim. Ancak içlerinden birisini seçme şansım olsa mutlaka Eleven Madison Park’ı en üst sıraya koyarım. 3 saat süren bu tadım menüsü, bu yaşıma kadar tecrübe ettiğim en başarılı gastronomi şovuydu. toplam 15 tabaktan oluşan tadım menüsü 225$’lık fiyatı ile insanın gözünü başta biraz korkutuyor. Ancak emin olun bu fiyatın hakkını öyle bir veriyor ki, çıkışta “Her kuruşu helal olsun!” diyorsunuz. Sunum estetiği,malzeme kalitesi,yaratıcılık,lezzet,sıralama öyle mükemmel yapılmış ki, hepsi birbirini tamamlayan bu harika öğeler, unutmayacağınız bir deneyim yaşatıyor size.
İlk olarak sunulan çorba, kuzugöbeği mantarının yoğun krema haline getirilip, içine alabalık yumurtası ve hodan çiçeği konması ile sunulan bir tür amuse bouche. Sert bir mantar tadının ardından, balık yumurtalarının o tuzlu dokunuşları ile karşılaşıyorsunuz. Mantarı çok sevdiğim için ben sevdim.
Sonrasında gelen Taze Bezelye yemeği, manda yoğurdu ve taze sarımsak ile sunuluyor. Bezelyeden tatlı, yoğurttan ise hafif ekşi dokunuşlar geliyor. Bu muhteşem bir kontrast oluşturmakla beraber, zıtların damakta mükemmelliğini yansıtan enfes bir başlangıç oluyor.
Sonrasında gelen turp ve balık yemeği, deniz ve toprağın birlikteliğinin güzel biri uyumu. Son derece sade bir tabakta ama mükemmel malzeme kalitesi ile sunuldu. Turpu yerken, damağınızda bıraktığı tadı hissedince, bizlere yedirilen turpların tamamen hormonlu şeyler olduğunu anlayacaksınız. Ben ilk defa böyle derinlemesine bir turp tadı hissettim damağımda.
Hayatta bazen kendinizi özel hissedersiniz, size hiç olmaz mı? Hani birden bire pahalı bir elbise,bir saat,bir araba alırsınız ya da kendinize bir seyahat hediye edersiniz, ya da bir kadeh güzel içki. O gün dünya size bir küçük keyif vakti verir. Belki de kendinizi en çok o anlarda seversiniz. Servis elemanı bir sonraki yemeği önüme koyduğunda ben işte tam da bunu hissettim. Küçük bir mavi kutu, yanında beyaz bir Chardonnay. Kuşkonmaz ve soğan ile hazırlanmış jöle, içinde siyah trüf var. Üstüne bir lokma hollandaise sos koyup buna bir egg benedict havası vermişler. Yanında sıcacık bir english muffin getiriyorlar. Bu yemeği yerken hayatın bazen ne güzellikler barındırdığının farkına varıyorsunuz. İnsan denen varlığın, zaman zaman kendini şımartması gerektiğini, belki yarım saatliğine bile olsa…
Sonrasında gelen Foie Gras, içi yağlı kalacak şekilde mühürlenmiş bir baş yapıt. Üstüne bir dilim kuzu kulağı ve horozibiği çiçeğinin kuutulmuş yapraklarını koymuşlar. Yanında fasulye sosu var. Muhteşem bir birliktelikti. Yemeğin yıldızlarından biri dersem sanırım abartmış olmam.
Belkide yemeğin en lezzetlisi değil ama en enteresan deneyim yaşatan yemeği için tabaklarımız değiştirildi. Bir genç şef, elinde birkaç havuç ve bir rende makinesine ile geldi. New York’ta en sevilen yemeklerden biri olan steak tartare’ı farklı bir konseptle bize sunmak istediğini belirtti. Özel seçim, tatlı,yumuşakça olan havuçları rendeledi. Daha sonra masamıza sunumu muhteşem olan bir tahta tabak getirdiler. Bunda 9 adet küçük boşluk ve 1 büyük boşluk vardı. Küçük boşluklarda çeşitli malzemeler bulunuyordu. Genç şef bize “Şimdi şef sizsiniz! Havucunuzu hangisi ile yakıştırırsanız o şekilde iyin!” dedi. ( Önerilen hepsinin katılması). Bıldırcın yumurtası,tuz,ay çekirdeği,peynir,hardal gibi malzemelerle kendinize bir karışım hazırlıyorsunuz. Ben ay çekirdği hariç hepsinin karıştırılmasını öneririm. Ay çekirdeği havuç dahil diğer tüm lezzetlere baskın geliyor ve sanki sırf çekirdek yemişsiniz gibi bir tat almanıza neden oluyor. Halbuki küçük detayları yakalamak, malzeme girdilerinin ana yemeği nasıl etkilediğini görebilmek açısından bence hoş bir deneyim oluyor insana.
Amerika’nın Maine bölgesi kaliteli ıstakozları ile meşhur. Eleven Madison Park’ta yediğim ıstakoz da tatlımsı, son derece başarılı pişirilmiş bir yemekti. Istakozun yanında asiite sağlaması açısından muhteşem bir limonlu pate hazırlamışlar. Zencefil ile birlikte deniz mahsullü bu öğüne harika dokunuşlar katıyor.
Damak temizleyici olarak gönderilen ıspanaklı, patates püreli ve keçi peynirli bir diğer tabak da benim hoşuma giden lezzetler içeriyordu.
Fotoğrafını gördüğünüz 12 gün boyunca marine edilmiş ördek. Böyle bir süreden sonra fırınlandıktan sonra, dışta çıtır bir hal alırken, içi pembe ve yumuşacık kalmış. Marinasyonunda lavanta ve bal da kullanılan bu ördek eti, yanında kendi yağı ile hazırlanan baharatlı bir tatlı bir sosla sunuluyor. Amerika’da michelin yıldızlı restoranlarda şu aralar bir rhubarb (Türkçesi: ravent) modası var. Ravent Kuzukulağıgillerden bir sebze.Yemekte onun da etkileri görülmekte. Koca ördekten kalan sadece küçücük iki parça, geri kalan ise 12 günlük marinasyon ve pişirmeden sonra artık yenmeyecek duruma geliyor. Bu iki parçanın lezzet kalitesini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur. uzun yıllar aklımdan çıkmayacak bir ördek eti deneymini yaşattıkları için tüm ekibe teşekkür ediyorum. Hafif limon ile zenginleştirilmiş ördeğin kendi yağından yapılmış sos ise yemeğe apayrı bir tat kattı.
Ana tatlılara geçmeden önce, Şef sizi tatlıya hazırlamak adına çiftlik peynirinden oluşan bir tabak gönderiyor. bu bir nevi krema formundaki peynir ile granolayı ve raventi birlikte yiyorsunuz.
Daha sonra tatlı niyetine gelen kesilmiş süt ile 6 çeşit malzeme getiriyorlar ve siz, kendi tarzınıza en uygun olan malzeme ile bu krema kıvamındaki kesilmiş sütü yiyorsunuz. Ben bu kesilmiş süt ile tatlıdan daha çok tuzlu eşlikçileri yakıştırıyorum. Özellikle kuzukulağından yaptıkları sos bence en çok yakışanı oluyor.
Tatlı olarak vanilya ile süslenmiş çilek ve deniz tuzu ile sarılı çikolata geldi. Yemeklerin üstüne ağır tatlılar olmaması hoş oluyor. Emin olun yeriniz de kalmıyor.
Yemeğe ilgili biriyseniz,sizi mutfağa da davet edip orada sunumlar yapıyorlar. Bir genç şef size basit bir kokteyl hazırlıyor ama 19.YY’dan kalma bir buzkıracağı ile. Ben girdiğimde “mutfak” kavramının aslında nasıl zor bir organizasyon olduğunu iyice anladım. İçeride 20-30’a yakın genç şef harıl harıl çalışıyordu. Tıpkı bir fabrika gibi… İnsan düzene, tertibe hayran oluyor. Gördüm ki 3 michelin yıldızını hak etmek kolay olmuyor. Üstelik dünyanın en iyi 50 restoranı içindeler ki, bence bu onuru fazlasıyla hak ediyorlar. Chef owner Daniel Humm ve Chef de cuisine Chris Flint sizi baştan sona bir gastronomi şovuna davet ediyor. Yemeğe sevdalı herkesin hayatında bir kere yaşaması gereken bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Yaratıcı,lezzetli,sürprizlerle dolu ve saygı duyulacak bir menü!
Değerlendirme:10/10
Adres: Eleven Madison Park
11 Madison Avenue, New York, NY 10010 ·
Tel: 212.889.0905