Londra’nın en sevdiğim restoranlarından biri olan The Ledbury’nin şeflerinden Isaac McHale (Noma geçmişi de var) yoluna tek başına devam etme kararı alarak The Clove Club adında bir restoran açmıştı. Burayı ilk defa denedim.
Şefin yansıttığı mutfak iyi ve doğal malzemelerin kullanıldığı,lezzetli yemeklerin çıkarıldığı ama bunların basit, gösterişsiz bir ambiyansta sunulduğu açık bir mutfak. 65 poundluk tadım menüsüne deniz tarağı da eklerseniz 80 pound oluyor. Bunlar ülkemiz için pahalı gelse de Londra için o kadar da pahalı olmayan rakamlar. Buranın bir michelin yıldızlı restoran olduğunu hatırlarsanız da aslında hiç pahalı olmadığını söyleyebiliyorum.
Restoranın en sevdiğim özelliği her yemekte sebzelere de yer vermesi. Üstelik çoğunda bu sebzeler bir yan öğe değil, tabağın bütünlüğüne etkisi olan elemanlar olarak karşıma çıktı. Sebzelerin figüranlıktan çıkarılarak baş rol oyuncusu olduğu bu tabakların bir çoğunda “sebzelerin sessiz gücüne” şahit oldum. Bazen et ve balıktan daha çok beğenimi kazandılar. Amuse bouche olarak panelenmiş tavuk, keçi peynirli pancar ve kızarmış nohut ses getirecek lezzetler değiller. Burada en beğendiğim balık yumurtası püresi ve kişnişle hazırlanmış olan tadım hoşluğu.
İlk yemek çok hafif ısıda pişirilerek servis edilen istiridye. Üstünde isli krema sos ve dana yanağın yağından elde edilen jöle ile servis ediliyor. Et ve deniz mahsulü tadını aynı anda alıyorsunuz. Form olarak başarılı. Üstündeki otlardan hafif çıtır bir form kazanırken, istridye ve jöleden kaygan,yumuşak bir doku ile kontrast oluşturulmuş. Kişisel fikrim istiridyenin kimilerine göre keskin olan tadı krema ve jöle ile kırılmış. İsli krema için tencereye koydukları kömürün üstüne kremayı boca ediyorlar. ( Bunun videosu instagram hesaplarında var).
2.tabakta Perigord trüflerinin eşliğinde az pişirilmiş Orkney bölgesinden deniz tarağı sunuluyor. Bu bölge İskoçya’da deniz tarakları için mükemmel bir yaşam alanı. Bazılarının büyüklüğü sıradan deniz taraklarının 2 katı olabiliyor. Üstüne kıtır fındık parçacıkları var. Damakta güzel topraksı tonlar hissettiriyor. Deniz ve toprağın bu güzel uyumunun yanında bir de portakal jölesi ile asidite kazandırmışlar. Topraksı notlar tatlı ve ekşi narenciye notlarıyla buluşuyor. Buna deniz tarağından gelen iyot lezzetleri ekleniyor. Kahverengi tereyağı da hafif yanık tonlarla yemeğe zenginlik katıyor. Kompleks ve zengin bir tabak.
Eğer domuz eti yiyorsanız The Clove Club’da mutlaka yemenizi önereceğim bir şarküteri tabağı var. Etleri Galler Bölgesi’ndeki Tom Adams adlı üreticiden alıyorlar. Özellikle 3 çeşit mutlaka denenmeli bunlar: 1) Ventreche (döş) 2)Lardo (arka kısım) 3) Coppa ( boyun bölgesi). Son derece kaliteli ve damakta lezzetleri patlayan ürünler.
Pollock ülkemizde tanımadığımız bir balık. Yurt dışında ismini sıklıkla duyacağınız morina balığı ailesinden. Şef McHale’in bu tabakta kullandığı malzemeler dünyanın dört bir yanından geliyor. Şefin bu tabağında daha önce tatmadığım ve unutamadığım bazı lezzetler vardı. Bunlardan biri Fransız bir üretici tarafından çok az üretilen ve şefin almak için aylarca üreticinin peşinden koştuğu sudochi limonu da var. Japonya seyahati sırasında tanıştığı Bu Fransız üreticinin güvenini kazandıktan sonra bu limonlara ulaşabilmiş. Bu limonu hemen sıkmayın. İlk başta balığın o isli tadını ve etinin lezzetini damağınızda hissedin. Sonra yağını dengelemek adına bu limonu sıkın. Böylece kendi tarzınızı daha rahat anlarsınız. Örneğin ben limonsuz sevdim. Tabaktaki bir başka değişik baharat ise yeşil köri. Kimyona benzer notları var. Bezelyeler de Barselona’nın çevresinden geliyormuş. Servis elemanının dediğine göre bu tabaktaki malzemelerin maliyet hesabını yaptıklarında tabaktan para kazanamadıklarını görmüşler. Şef yine de sorun etmemiş. Eğer anlatılan doğruysa şefe şapka çıkarmak lazım.
Benim ekstra olarak söylediğim tavuk yemeğinde tavuğun 3 farklı bölgesi şişler eşliğinde servis ediliyor. Bunlar kalça,kalp ve ciğeri. Yanlarında yine tavuk derisinden yapılma bir kıtır getiriyorlar. İyi et ve iyi pişirmenin sonucu olarak takdirimi kazanıyor ( Türkiye’de çok fazla tavuk yememeye özen gösteriyorum).
İskoçya’dan gelen Hebridean kuzu eti ile hazırlanan ana yemekte, Avrupa ülkelerinde karşılaştığım koku sorunu ile karşılaşıyorum. Etin yanında yabani şalgama benzeyen bir sebze var (swede). Etin yanında lezzet katan arpacık soğan, altında ise tuzlu tatlar veren kapari var. Etin kokusunu yok sayarsak şef bu yemekte güzel bir et&baharat uyumu yakalamış. Yemeğin üstüne serptikleri okaliptüs sosundan ferahlatıcı bir tat gelse de, kuzunun kokusunu bastıracak kadar etkili olamıyor.
İlk gelen tatlı Yorkshire raventi ve greyfurt jölesi. İçinde kendi yapımları olan mascarpone peyniri ve crumble var. Hafif,sade bir güzellik. Yemekten sonra hem bir damak temizleyici görevi görüyor, hem de diğer tatlıya geçmeden evvel sizi ona hazırlıyor.
İkinci tatlı, fırınlayıp, dışını kömür haline getirdikleri clementine mandalinın iç kısmından hazırladıkları buzlu mandalina (kaymak mousse eşliğinde). İlginçtir bu fırınlama işlemi sırasında meyvenin içindeki su da yok olduğu için konsantresi fazla bir meyve özütü kalıyor. Bunu buzla karıştırıp yine yanmış kabuklarının içine koyuyorlar. Altında da süt yağından hazırladıkları enfes bir mousse var. Ekşi ve tatlı lezzetlerin bir arada sunulduğu ilginç bir tatlı deneyimi. Bu tatlıda is tadını buram buram hissetmiyorsunuz. Bu damağınızın çok az yakalayabildiği bir küçük dokunuş olarak geri plandan geliyor. Sunumunu da kömürler üstünde yapıyorlar.
1 michelin yıldızlı The Clove Club, Londra’da takdir ettiğim yerlerden birisi oldu. Dünyanın dört bir yanından tadıp beğendikleri sebzeleri,baharatları ve meyveleri tabaklarında mükemmel bir uyumla bir araya getirmişler. Servisleri de son derece profesyonel. Burası istikrarını dilediğim yerlerden birisi!
Engelliler için olanak yok.
Değerlendirme: 8.5/10